Welcome
Login:   Pass:     Register - Forgot Password - Resend Activation

Turkish Class Forums / General/Off-topic

General/Off-topic

Add reply to this discussion
Jack Straw - Turkia & EU
(15 Messages in 2 pages - View all)
[1] 2
1.       AlphaF
5677 posts
 09 Nov 2010 Tue 01:54 am

http://blogs.telegraph.co.uk/news/benedictbrogan/100062729/jack-horatio-straw-and-the-eus-failure-on-turkey/

 

5 years from now, Turkia will have settled all internal problems. But then, we shall not join EU, unless Turkish language is adopted as the Union´s sole official language.

 

{#emotions_dlg.alcoholics}Ş



Edited (11/9/2010) by AlphaF

2.       ValeriYa
30 posts
 09 Nov 2010 Tue 09:35 am

I don´t understand at all what Turkey can get from joining EU.

All additional value produced by young and active turkish population will be consumed by old and intert current EU members (ex Spain). Turkey, stop! You have wider and better way for developing your future!

3.       barba_mama
1629 posts
 09 Nov 2010 Tue 11:47 am

There is a lot Turkey can get from the EU. For example, funding to improve local infrastructure of industrial areas (like Ireland and Spain got before Turkey), a million type of other fundings, better options to export to other European countries (it will cost less for Turkey to export, making Turkish products even more attractive for the Europeans, thus increasing Turkey´s production). This is not a case of evil Europe trying to convince the Turks in a pact with the devil. It is also not a case of evil Turkey trying to convince the poor Europeans in a pact with the devil. It´s a mutual beneficial agreement, otherwise they would have stopped talking about it a million years ago.

4.       AlphaF
5677 posts
 09 Nov 2010 Tue 12:28 pm

 

Quoting barba_mama

There is a lot Turkey can get from the EU. For example, funding to improve local infrastructure of industrial areas (like Ireland and Spain got before Turkey), a million type of other fundings, better options to export to other European countries (it will cost less for Turkey to export, making Turkish products even more attractive for the Europeans, thus increasing Turkey´s production). This is not a case of evil Europe trying to convince the Turks in a pact with the devil. It is also not a case of evil Turkey trying to convince the poor Europeans in a pact with the devil. It´s a mutual beneficial agreement, otherwise they would have stopped talking about it a million years ago.

 

Turkia will never be admitted in EU, as a full member. Not unless the Union feels a genuine threat from outside, like in the cold war days.

The simple reason is that all Union members are jointly responsible for the stability and protection of the borders of each member and borders of the Union as a whole; not many of the current members would sincerely commit themselves to stability and protection of Turkish borders. They may have other ideas in mind.

5.       ValeriYa
30 posts
 09 Nov 2010 Tue 06:02 pm

Turkey´s case for serious consideration by the EU has often rested on broader strategic and political rather than civilizational factors. The real post-cold war strategic significance of Turkey to Europe lies in the problems that a less stable or more activist Turkey could create. Europe requires a stable, modernizing and democratic Turkey to (hopefully) keep radical Islam from Europe´s borders. It needs a Turkey that is cautious in its regional policies towards the Caucasus, the Balkans, and the Middle East, and which seeks to avoid confrontation with Moscow and Tehran. The point is not so much what Turkey offers to Europe as what the ´loss´ of it could entail. In a certain sense, what Europe needs from Turkey is that it be contained, controlled, prudent

(Turkey´s European Union Candidacy: From Luxembourg to Helsinki - to Ankara?, Bill Park, International Studies Association Working Paper, July 2000, http://www.ciaonet.org/isa/pab01/)



Edited (11/9/2010) by ValeriYa

6.       AlphaF
5677 posts
 09 Nov 2010 Tue 06:34 pm

 

Quoting ValeriYa

Turkey´s case for serious consideration by the EU has often rested on broader strategic and political rather than civilizational factors. The real post-cold war strategic significance of Turkey to Europe lies in the problems that a less stable or more activist Turkey could create. Europe requires a stable, modernizing and democratic Turkey to (hopefully) keep radical Islam from Europe´s borders. It needs a Turkey that is cautious in its regional policies towards the Caucasus, the Balkans, and the Middle East, and which seeks to avoid confrontation with Moscow and Tehran. The point is not so much what Turkey offers to Europe as what the ´loss´ of it could entail. In a certain sense, what Europe needs from Turkey is that it be contained, controlled, prudent

 

(Turkey´s European Union Candidacy: From Luxembourg to Helsinki - to Ankara?, Bill Park, International Studies Association Working Paper, July 2000, http://www.ciaonet.org/isa/pab01/)

 

That is the cliche used by smart EU politians for the last 40 years. Turkia does not really give a hoot whether EU will ever be honest, anymore.

 

7.       ValeriYa
30 posts
 09 Nov 2010 Tue 08:35 pm

 

Quoting AlphaF

 That is the cliche used by smart EU politians for the last 40 years. Turkia does not really give a hoot whether EU will ever be honest, anymore.

 

Totally agree with you, AlphaF. In my opinion Turkey will lost more then get joining EU.

 

8.       barba_mama
1629 posts
 09 Nov 2010 Tue 09:31 pm

 

Quoting AlphaF

 

 

Turkia will never be admitted in EU, as a full member. Not unless the Union feels a genuine threat from outside, like in the cold war days.

The simple reason is that all Union members are jointly responsible for the stability and protection of the borders of each member and borders of the Union as a whole; not many of the current members would sincerely commit themselves to stability and protection of Turkish borders. They may have other ideas in mind.

 

I agree that the chance that Turkey will be a full member is small (never say never ) but that doesn´t change the possible positive effects of such a union for both sides.

foka liked this message
9.       oeince
582 posts
 09 Nov 2010 Tue 09:34 pm

Somebody have written the answer of your claim more than five years ago! Why don´t you translate that article? May be you would stop to use the offansive wording that remained from 40 years ago and learn how to criticize the others kindly! Cool 


AB YETKİLİLERİNİN İHTİYACI: VOLTAIRE OLABİLMEK


Avrupa Parlamentosunun İngiliz Liberal-Demokrat üyesi ve AB-Türkiye karma parlamento eş başkan yardımcısı Andrew Duff, Orhan Pamuk’un yargılanmasının kaotik bir yanlış olduğunu ve yargılama süreci sona ermezse bunun Türkiye müzakerelerini otomatik olarak engelleyeceğini ifade etmiştir. Duff ayrıca Diyarbakır’da bölgesel özerkliğe yönelik bir yerleşme politikası önermiş ve Türkiye’nin artık Kemalizm ideolojisini geride bırakması gerektiğini ileri sürmüştür.


Bu açıklamalar Türkiye’nin hassasiyetlerini bilen bir yetkiliden geliyorsa irdelenmesi gereken açıklamalardır. Söz konusu açıklamaların 3 Ekim öncesine rastlaması bu açıklamaların AB’nin Türkiye ile yürüttüğü sınırlı ilişki (low profile) politikasının yansıması olduğu izlenimini vermektedir. Hassas bir süreçte bu tip kabul edilemez söylemlere tepki geleceğini bilen bir politikacının bu açıklamaları yapması; amacının tepki çekmek, muhatabını germek ve onu uzaklaştırmak olduğu şüphesini uyandırmaktadır.


Bu noktada AB’nin niçin Türkiye ile sınırlı ilişki politikası yürüttüğü sorusu akla gelmektedir. Sorunun kaynağında tarihsel önyargılar sonucu oluşan olumsuz kültürel paradigmalar yatmaktadır. Elimizdeki kaynaklar Avrupa toplumlarının ortaçağdan yakın geçmişe kadar Türklere ön yargıyla yaklaştıklarını ortaya koymaktadır. Bu önyargılar İtalyan toplumunda ‘Türkler , güdülmeye muhtaç, yağmacı, küfürbaz, askerlik ve savaştan başka yeteneği olmayan, tembel bir toplumdur’ (Türk Kimliği, Bozkurt Güvençsöylemleriyle yer bulurken İngilizler Türkler için ‘Hıristiyanlığın büyük rakibi ve düşmanı, yabancı toplum ve kültür, Avrupa’nın korkulu rüyası’ yakıştırmalarını yapmışlardır. Dönemin İngiliz edebiyat ve tiyatro eserlerinde Türkler için ‘Günahları yargılayan Tanrı cezası’ tanımının yapıldığına rastlamaktayız. Fransızlar Türkler için ‘Türkler insanlar arasında anlayış bakımından sonuncudur, inançtan ötesini kavrayamazlar, kavramaya da çalışmazlar, Türkler Müslüman Asya’nın Avrupa’ya karşı savaşan askerleridir’ (Cahun 1896) yorumunu yapmışlardır. Almanlar ise Türk insanı Avrupa insanı ayrımını yapmış ve Türk insanını ‘korkak, bilgisiz, yaratıcı olmayan, dirençsiz, ilkesiz, bir insan’ olarak nitelendirilirken Avrupa insanını ‘sert bilgili, yaratıcı, dirençli, ilkeleri olan insan’ olarak tasvir etmişlerdir. Keza Martin Luther’in ‘Bugün Türklerin ayakları altında ezilip inleyen Hıristiyanlar, vakti zamanı gelince onları yargılayıp cezalandıracaklardır’ demesi o zamanki Avrupa toplumunun Türklere karşı hissettiği nefreti belki de en iyi şekilde özetlemektedir. Bu önyargılı genellemeleri etnosantrizm (biz merkezcilik) adı verilen evrensel eğilimle açıklayabiliriz. Etnosantrizm; her toplumun kendini Dünya’nın hatta Evrenin merkezine koyması, ötekileri kendinden aşağı görmesi anlamına gelmektedir. Avrupalıların farklı bir kültür ve dine sahip olan Türkleri savaş meydanlarında tanımaları sonucu edindikleri antipati bu tip Etnosantrik tutumları körüklemiştir. Bu açıdan bakılınca Avrupalıların Türklere karşı olan önyargıları doğal kabul edilebilir. Ancak dönemin Avrupa’sında etnosantrizm tuzağına düşmemiş düşünürler de vardır. Örneğin Voltaire, Avrupa’da Türk halkı hakkında olumlu söz söylemenin çok zor olduğu dönemlerde ‘Kadınları baskı altında tutan ve güzel sanatlara ilgi göstermeyen Türkleri sevmiyorum ancak iftiradan öyle nefret ediyorum ki Türklere bile iftira atılmasına katlanamıyorum’ diyerek önyargılı genellemelerin karşısında durmuştur. Chardin, sağduyuya dayanan Türk yönetimini üstün bulmuş (1687;121) ; Tavarnier, Türk adaletini beğenmiştir. (1677;579) Thevenot, belki de dönemin en sade ve objektif değerlendirmesini yapmış ve ‘Türkler de bizim gibi insandır’ demiştir. Maalesef bu ve benzeri düşünürler Avrupalıların önyargılarını kırmada yetersiz kalmışlardır.


Sonuç olarak; AB halkı ve Türkler arasındaki ilişki belki sempati üstüne bina edilmiş bir geçmişe sahip değildir ama Ortaçağ karanlığı da çoktan geride kalmıştır. Modern Avrupa insanı her türlü ilişkide rasyonalizmin ön planda olması gerektiğini bilmektedir. Bu rasyonel bakış açısıyla 20.yy’ın ortasında aralarında tarihin en kanlı savaşını yapmış Avrupa toplumları ortak bir Avrupa kurma fikrinde birleşebilmişlerdir. Avrupa bu adımla gerçek bir süper güç olma yoluna girmiştir ve eğer Avrupa bu emeline ulaşmak istiyorsa rasyonel bir adım daha atarak Türkiye’ye AB’de hak ettiği önemli yerini teslim etmelidir.


***


AB’nin Türkiye konusunda daha cesaretli olabilmesi için yeni Voltaire’lere ihtiyacı vardır.


2004 Brüksel Zirvesi esnasında AB’nin genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen ‘AB Türkiye’yi kaybetmemeli. Bunu bir hayır hizmeti olsun diye değil kapımızda istikrarlı ve demokratik bir Türkiye görmek için yapıyoruz. Türkiye’yi kaybetmek AB’nin çıkarına değildir. Türkiye hakkında vereceğimiz entegrasyon kararının olumlu sonuçlarını seneler içinde göreceğiz’ demesi Türkiye-AB ilişkilerine Voltaire tarzı objektif bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Verheugen savında haklıdır. Çünkü AB büyük bir ekonomik güç haline geldiyse de uluslararası siyasette içine kapanık, nüfuz gücü düşük bir birlik görüntüsü vermektedir. AB’nin kabuğunu kırabilmesi için kendine uzak saydığı bölgelerde de etkin olması gerekmektedir. Dünya’da görülebilir gelecekte dengelerin değişeceği yer İslam Dünya’sı özellikle de Ortadoğu’dur. AB’nin Türkiye’ye diğer aday ve üye ülkelere uyguladığı kriterlerden farklı özel uygulamalara gitmeden, adil bir politika ile yaklaşması Türkiye’ye ‘Müttefik Avrupa’ ilkelerini etkili olduğu İslam Dünyasında savunma fırsatını sunacaktır. Eğer Avrupa işleri sürekli yokuşa sürerse Türkiye’nin AB ilkelerini İslam Dünyasında savunma fırsatını elinden almış olacaktır. Çünkü Müslüman Devletlerden gelebilecek ‘Eşitlik, adalet, demokrasi gibi savunduğunuz AB ilkelerini AB sadece Hıristiyan toplumlara karşı uygulamaktadır. Yoksa sizin önünüze her gün yeni bir yapay problem üretip çıkmazlardı’ eleştirisi karşısında Türkiye’nin söyleyebilecek sözü olmayacaktır. Ünlü Türk düşünürü Alev Alatlı konu hakkındaki görüşünü şöyle dile getirmektedir: ‘Günümüzde bir Müslüman toplumun birinci kaygısı yaşaya kalmak olup, bunun önündeki en büyük engelin Modern Dünya’ya eklenememek olduğu malumdur’ Bu bakış açısı ışığında AB ilkeleri Müslüman Devletlerin en çağdaşını dahi sistemine entegre edemiyorsa, diğer Müslüman Devletlerin Batı’dan yana bir beklentisi kalmayacak ve uzaklaşma kaçınılmaz olacaktır. Uzaklaşmanın doğurduğu olumsuz sonuçlar ise AB’nin başını ileride daha fazla ağrıtacak cinsten olacaktır. AB küçük hesaplar peşinde büyük fırsatları kaçırmamalıdır. Müslüman devletlerin kendi özeleştirisini yapabilmesi için Batı ile entegre olmuş örnek bir devlete ihtiyaçları vardır. Bu şablona en uygun ülkenin Türkiye olduğu aşikardır. Bu sebeple AB’nin İslam Dünyası ile arasındaki en önemli köprüyü sağlam tutması kendi çıkarınadır.


Unutulmamalıdır ki; Türkiye bugünkü çağdaşlık seviyesine Kemalizm felsefesinin öngördüğü ‘Muasır medeniyetlerle birlikte olma ideali’sonucu kendi çabalarıyla ulaşmıştır. Adil bir AB’nin Türkiye üzerinde oluşturacağı kaldıraç etkisiyle Türkiye’nin göz kamaştırıcı bir sosyal ve ekonomik kalkınma yaşayacağını beklemek hayalcilik değildir. Türkiye’yi bu şekilde düşününce AB’nin birkaç rasyonel adımla nasıl bir ortağa sahip olacağını tekrar gözden geçirmesi gerekmektedir. Bu motivasyon için Türkiye AB’den ayrıcalık beklememektedir. Yeter ki, çifte standartlar ortadan kaldırılsın ve adil olunsun.


AB karar alıcılarının böyle hassas bir konuda ve böyle hassas bir dönemde Sayın Duff’ın açıklamalarında gördüğümüz, low profile politikasının yansıması olan, etnosantrizm tuzağına düşmüş, AB-Türkiye ilişkilerini bir nevi çingene pazarlığı gibi algılayan, ön yargılı, duygusal, iç politika malzemesi olarak kullanılan ve ilişkileri gerici tutumlardan uzak durması gerekmektedir. Çünkü AB ve Türkiye rakip takımların birbirlerine çalım atması gereken oyuncuları değil,aynı takımın birbirine pas vermesi gereken oyuncularıdır.


AB karar alıcılarının AB-Türkiye arasında karşılıklı güvene ve adalete dayalı sağlam ilişkiler kurmak için hangi doğru adımları atacaklarını düşünmeleri iki tarafın da yararınadır. İlk ve beklenen doğru adım 3 Ekim’de müzakerelere koşulsuz bir şekilde başlama kararı ile atılmalıdır. Çünkü Türkiye üzerine düşeni yapmıştır ve AB ile beraber atacağı golü kutlamak için AB’den hak ettiği güzel pası beklemektedir.


AB sanırım bu fırsatı kendi elleriyle tepmeyecektir çünkü daha yaşanır ve daha güvenli bir Dünya için, her şeyden önce kendi refahları için her zamankinden daha fazla ‘Voltaire’lere’ ihtiyaçları olduğunu sanırım bilmektedirler.


***


Sözün Özü: ‘20.yy’ın ilk yarısı Osmanlı’nın bıraktığı toprakların paylaşımıyla geçti. 21. yy ise Türkiye’nin kendini nerede konumlandırdığına bağlı olarak şekillenecektir.’ (Bill CLINTON)

10.       AlphaF
5677 posts
 10 Nov 2010 Wed 01:48 am

 

Quoting oeince

Somebody have written the answer of your claim more than five years ago! Why don´t you translate that article? May be you would stop to use the offansive wording that remained from 40 years ago and learn how to criticize the others kindly! Cool 

AB YETKİLİLERİNİN İHTİYACI: VOLTAIRE OLABİLMEK

Avrupa Parlamentosunun İngiliz Liberal-Demokrat üyesi ve AB-Türkiye karma parlamento eş başkan yardımcısı Andrew Duff, Orhan Pamuk’un yargılanmasının kaotik bir yanlış olduğunu ve yargılama süreci sona ermezse bunun Türkiye müzakerelerini otomatik olarak engelleyeceğini ifade etmiştir. Duff ayrıca Diyarbakır’da bölgesel özerkliğe yönelik bir yerleşme politikası önermiş ve Türkiye’nin artık Kemalizm ideolojisini geride bırakması gerektiğini ileri sürmüştür.

Bu açıklamalar Türkiye’nin hassasiyetlerini bilen bir yetkiliden geliyorsa irdelenmesi gereken açıklamalardır. Söz konusu açıklamaların 3 Ekim öncesine rastlaması bu açıklamaların AB’nin Türkiye ile yürüttüğü sınırlı ilişki (low profile) politikasının yansıması olduğu izlenimini vermektedir. Hassas bir süreçte bu tip kabul edilemez söylemlere tepki geleceğini bilen bir politikacının bu açıklamaları yapması; amacının tepki çekmek, muhatabını germek ve onu uzaklaştırmak olduğu şüphesini uyandırmaktadır.

Bu noktada AB’nin niçin Türkiye ile sınırlı ilişki politikası yürüttüğü sorusu akla gelmektedir. Sorunun kaynağında tarihsel önyargılar sonucu oluşan olumsuz kültürel paradigmalar yatmaktadır. Elimizdeki kaynaklar Avrupa toplumlarının ortaçağdan yakın geçmişe kadar Türklere ön yargıyla yaklaştıklarını ortaya koymaktadır. Bu önyargılar İtalyan toplumunda ‘Türkler , güdülmeye muhtaç, yağmacı, küfürbaz, askerlik ve savaştan başka yeteneği olmayan, tembel bir toplumdur’ (Türk Kimliği, Bozkurt Güvençsöylemleriyle yer bulurken İngilizler Türkler için ‘Hıristiyanlığın büyük rakibi ve düşmanı, yabancı toplum ve kültür, Avrupa’nın korkulu rüyası’ yakıştırmalarını yapmışlardır. Dönemin İngiliz edebiyat ve tiyatro eserlerinde Türkler için ‘Günahları yargılayan Tanrı cezası’ tanımının yapıldığına rastlamaktayız. Fransızlar Türkler için ‘Türkler insanlar arasında anlayış bakımından sonuncudur, inançtan ötesini kavrayamazlar, kavramaya da çalışmazlar, Türkler Müslüman Asya’nın Avrupa’ya karşı savaşan askerleridir’ (Cahun 1896) yorumunu yapmışlardır. Almanlar ise Türk insanı Avrupa insanı ayrımını yapmış ve Türk insanını ‘korkak, bilgisiz, yaratıcı olmayan, dirençsiz, ilkesiz, bir insan’ olarak nitelendirilirken Avrupa insanını ‘sert bilgili, yaratıcı, dirençli, ilkeleri olan insan’ olarak tasvir etmişlerdir. Keza Martin Luther’in ‘Bugün Türklerin ayakları altında ezilip inleyen Hıristiyanlar, vakti zamanı gelince onları yargılayıp cezalandıracaklardır’ demesi o zamanki Avrupa toplumunun Türklere karşı hissettiği nefreti belki de en iyi şekilde özetlemektedir. Bu önyargılı genellemeleri etnosantrizm (biz merkezcilik) adı verilen evrensel eğilimle açıklayabiliriz. Etnosantrizm; her toplumun kendini Dünya’nın hatta Evrenin merkezine koyması, ötekileri kendinden aşağı görmesi anlamına gelmektedir. Avrupalıların farklı bir kültür ve dine sahip olan Türkleri savaş meydanlarında tanımaları sonucu edindikleri antipati bu tip Etnosantrik tutumları körüklemiştir. Bu açıdan bakılınca Avrupalıların Türklere karşı olan önyargıları doğal kabul edilebilir. Ancak dönemin Avrupa’sında etnosantrizm tuzağına düşmemiş düşünürler de vardır. Örneğin Voltaire, Avrupa’da Türk halkı hakkında olumlu söz söylemenin çok zor olduğu dönemlerde ‘Kadınları baskı altında tutan ve güzel sanatlara ilgi göstermeyen Türkleri sevmiyorum ancak iftiradan öyle nefret ediyorum ki Türklere bile iftira atılmasına katlanamıyorum’ diyerek önyargılı genellemelerin karşısında durmuştur. Chardin, sağduyuya dayanan Türk yönetimini üstün bulmuş (1687;121) ; Tavarnier, Türk adaletini beğenmiştir. (1677;579) Thevenot, belki de dönemin en sade ve objektif değerlendirmesini yapmış ve ‘Türkler de bizim gibi insandır’ demiştir. Maalesef bu ve benzeri düşünürler Avrupalıların önyargılarını kırmada yetersiz kalmışlardır.

Sonuç olarak; AB halkı ve Türkler arasındaki ilişki belki sempati üstüne bina edilmiş bir geçmişe sahip değildir ama Ortaçağ karanlığı da çoktan geride kalmıştır. Modern Avrupa insanı her türlü ilişkide rasyonalizmin ön planda olması gerektiğini bilmektedir. Bu rasyonel bakış açısıyla 20.yy’ın ortasında aralarında tarihin en kanlı savaşını yapmış Avrupa toplumları ortak bir Avrupa kurma fikrinde birleşebilmişlerdir. Avrupa bu adımla gerçek bir süper güç olma yoluna girmiştir ve eğer Avrupa bu emeline ulaşmak istiyorsa rasyonel bir adım daha atarak Türkiye’ye AB’de hak ettiği önemli yerini teslim etmelidir.

***

AB’nin Türkiye konusunda daha cesaretli olabilmesi için yeni Voltaire’lere ihtiyacı vardır.

2004 Brüksel Zirvesi esnasında AB’nin genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen ‘AB Türkiye’yi kaybetmemeli. Bunu bir hayır hizmeti olsun diye değil kapımızda istikrarlı ve demokratik bir Türkiye görmek için yapıyoruz. Türkiye’yi kaybetmek AB’nin çıkarına değildir. Türkiye hakkında vereceğimiz entegrasyon kararının olumlu sonuçlarını seneler içinde göreceğiz’ demesi Türkiye-AB ilişkilerine Voltaire tarzı objektif bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Verheugen savında haklıdır. Çünkü AB büyük bir ekonomik güç haline geldiyse de uluslararası siyasette içine kapanık, nüfuz gücü düşük bir birlik görüntüsü vermektedir. AB’nin kabuğunu kırabilmesi için kendine uzak saydığı bölgelerde de etkin olması gerekmektedir. Dünya’da görülebilir gelecekte dengelerin değişeceği yer İslam Dünya’sı özellikle de Ortadoğu’dur. AB’nin Türkiye’ye diğer aday ve üye ülkelere uyguladığı kriterlerden farklı özel uygulamalara gitmeden, adil bir politika ile yaklaşması Türkiye’ye ‘Müttefik Avrupa’ ilkelerini etkili olduğu İslam Dünyasında savunma fırsatını sunacaktır. Eğer Avrupa işleri sürekli yokuşa sürerse Türkiye’nin AB ilkelerini İslam Dünyasında savunma fırsatını elinden almış olacaktır. Çünkü Müslüman Devletlerden gelebilecek ‘Eşitlik, adalet, demokrasi gibi savunduğunuz AB ilkelerini AB sadece Hıristiyan toplumlara karşı uygulamaktadır. Yoksa sizin önünüze her gün yeni bir yapay problem üretip çıkmazlardı’ eleştirisi karşısında Türkiye’nin söyleyebilecek sözü olmayacaktır. Ünlü Türk düşünürü Alev Alatlı konu hakkındaki görüşünü şöyle dile getirmektedir: ‘Günümüzde bir Müslüman toplumun birinci kaygısı yaşaya kalmak olup, bunun önündeki en büyük engelin Modern Dünya’ya eklenememek olduğu malumdur’ Bu bakış açısı ışığında AB ilkeleri Müslüman Devletlerin en çağdaşını dahi sistemine entegre edemiyorsa, diğer Müslüman Devletlerin Batı’dan yana bir beklentisi kalmayacak ve uzaklaşma kaçınılmaz olacaktır. Uzaklaşmanın doğurduğu olumsuz sonuçlar ise AB’nin başını ileride daha fazla ağrıtacak cinsten olacaktır. AB küçük hesaplar peşinde büyük fırsatları kaçırmamalıdır. Müslüman devletlerin kendi özeleştirisini yapabilmesi için Batı ile entegre olmuş örnek bir devlete ihtiyaçları vardır. Bu şablona en uygun ülkenin Türkiye olduğu aşikardır. Bu sebeple AB’nin İslam Dünyası ile arasındaki en önemli köprüyü sağlam tutması kendi çıkarınadır.

Unutulmamalıdır ki; Türkiye bugünkü çağdaşlık seviyesine Kemalizm felsefesinin öngördüğü ‘Muasır medeniyetlerle birlikte olma ideali’sonucu kendi çabalarıyla ulaşmıştır. Adil bir AB’nin Türkiye üzerinde oluşturacağı kaldıraç etkisiyle Türkiye’nin göz kamaştırıcı bir sosyal ve ekonomik kalkınma yaşayacağını beklemek hayalcilik değildir. Türkiye’yi bu şekilde düşününce AB’nin birkaç rasyonel adımla nasıl bir ortağa sahip olacağını tekrar gözden geçirmesi gerekmektedir. Bu motivasyon için Türkiye AB’den ayrıcalık beklememektedir. Yeter ki, çifte standartlar ortadan kaldırılsın ve adil olunsun.

AB karar alıcılarının böyle hassas bir konuda ve böyle hassas bir dönemde Sayın Duff’ın açıklamalarında gördüğümüz, low profile politikasının yansıması olan, etnosantrizm tuzağına düşmüş, AB-Türkiye ilişkilerini bir nevi çingene pazarlığı gibi algılayan, ön yargılı, duygusal, iç politika malzemesi olarak kullanılan ve ilişkileri gerici tutumlardan uzak durması gerekmektedir. Çünkü AB ve Türkiye rakip takımların birbirlerine çalım atması gereken oyuncuları değil,aynı takımın birbirine pas vermesi gereken oyuncularıdır.

AB karar alıcılarının AB-Türkiye arasında karşılıklı güvene ve adalete dayalı sağlam ilişkiler kurmak için hangi doğru adımları atacaklarını düşünmeleri iki tarafın da yararınadır. İlk ve beklenen doğru adım 3 Ekim’de müzakerelere koşulsuz bir şekilde başlama kararı ile atılmalıdır. Çünkü Türkiye üzerine düşeni yapmıştır ve AB ile beraber atacağı golü kutlamak için AB’den hak ettiği güzel pası beklemektedir.

AB sanırım bu fırsatı kendi elleriyle tepmeyecektir çünkü daha yaşanır ve daha güvenli bir Dünya için, her şeyden önce kendi refahları için her zamankinden daha fazla ‘Voltaire’lere’ ihtiyaçları olduğunu sanırım bilmektedirler.

***

Sözün Özü: ‘20.yy’ın ilk yarısı Osmanlı’nın bıraktığı toprakların paylaşımıyla geçti. 21. yy ise Türkiye’nin kendini nerede konumlandırdığına bağlı olarak şekillenecektir.’ (Bill CLINTON)

 

I honestly think its a shame for Brits to remain in monarchy, when even Kurds are going for a republic.

Was Voltaire against republics?   {#emotions_dlg.alcoholics}

Unmei-de-Lange liked this message
(15 Messages in 2 pages - View all)
[1] 2
Add reply to this discussion




Turkish Dictionary
Turkish Chat
Open mini chat
New in Forums
Why yer gördüm but yeri geziyorum
HaydiDeer: Thank you very much, makes perfect sense!
Etmeyi vs etmek
HaydiDeer: Thank you very much!
Görülmez vs görünmiyor
HaydiDeer: Thank you very much, very well explained!
Içeri and içeriye
HaydiDeer: Thank you very much for the detailed ...
Present continous tense
HaydiDeer: Got it, thank you!
Hic vs herhangi, degil vs yok
HaydiDeer: Thank you very much!
Rize Artvin Airport Transfer - Rize Tours
rizetours: Dear Guest; In order to make your Black Sea trip more enjoyable, our c...
What does \"kabul ettiğini\" mean?
HaydiDeer: Thank you very much for the detailed ...
Kimse vs biri (anyone)
HaydiDeer: Thank you!
Random Pictures of Turkey
Most commented