ANKARA’DA BİR BAHAR GÜNÜ
Öncesi gün sanki bir yaz başlangıcıydı.Dün akşama doğru tatlı bir yağmur, gece yarısı da karlı ve puslu bir hava hüküm sürdü.
Son yıllarda mevsimler iç içe, birbirine karıştı. Yaşanan kış mı, bahar mı, yaz mı, sonbahar mı belli değil.
Şimdi baharın geldiğine inanmak zor. Çünkü baharı görmeden yaz gelip geçiyor.
Şehrin parklarında ve evlerin bahçelerinde şarkı söyleyen serçeler olmasa insanlar baharın geldiğini anlamayacaklar.
Ankara’da otuz yıl içinde gözlenen değişim insanı gerçekten şaşırtıyor. Bu şehir, bir taşra kentinden modern caddeler, köprüler, bulvarlar, alışveriş merkezleri ve çok katlı binalarla dolu bir Avrupa kentine dönüştü.
Başkent Ankara, beş milyon nüfusuyla, Türkiye’nin ikinci, dünyanın otuz sekizinci en büyük kenti. Ankara adı Frigya antik şehri “Ankyra”dan geliyor. Çoğu insan bu şehrin tarihini merak etmez.
Bir zamanlar şehrin merkezi Kızılay’dı. Çankaya, Ulus, Kavaklıdere, Cebeci, Yenimahalle, Dikmen, Ayrancı, Emek, Bahçelievler vb. eski mahalleler geri planda kalırken çok sayıda bölgesel merkezler oluştu. Oran, Ümitköy, Batıkent, Keçiören, Konutkent, Bilkent, Beytepe, Eryaman, İncek, Çayyolu, Korukent, Çukurambar gibi yeni yerleşim alanları doğdu. Şehir büyüdükçe Polatlı ile birleşti.
Şehiriçi ulaşımda metro sistemine geçildi. Kızılay ile Batıkent, Aşti, Dikimevi, Batıkent, Törekent, Sincan ve Çayyolu arasındaki metro hatları hizmete açıldı.
Ne var ki, bütün bu süreçte Ankara’nın bağları, bahçeleri, kedileri, keçileri ve tavşanları kaybolup gitti.
Yeni başlayan güne eğlenceli tarafından bakılması gerekir. Geçmiş bir film şeridi gibi dönerken bir günlük de olsa bugün Ankara’yı yeniden keşfetmeye karar verdim.
İlk önce metro ile gittiğim Batıkent ve Çayyolu’ndaki arkadaşlarıma kısa ziyaretlerde bulundum.
Ankara uluslararası bir üniversite kenti. Metro, öğrencilerle doluydu.
Öğle sonrası çayımı içmek üzere Korukent’e uğradım.
Yine metroyla geldiğim Gençlik Parkı’nda dolaşırken Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde bu ayki tiyatro oyunu, opera ve bale programlarına göz gezdirdim.
Akşama doğru aklıma ilk gelen Mamak’taki Mavi Göl, Gölbaşı’ndaki Eymir Gölü ve Mogan Gölü oldu. Bu göller Ankara’nın denizi sayılırlar.
Mavi Göl ve Eymir Gölü kıştan kalma bir huzurun uykusundaydılar. Onları böylece bırakıp kendimi Gölbaşı’nda buldum.
Gölbaşı’nın girişindeki köprü üzerinde “Sevgi Şehrimize Hoşgeldiniz!” yazısı dikkatimi çekti.
Mogan Gölü yeşile bürünmüştü. Atatürk Sahil Parkı’ndaki Çam, söğüt ve karaağaçlarda, gölün kıyısını kaplamış sazlıklarda sürekli uçuşan kırlangıçlar, karabataklar, kargalar, karatavuklar, ördekler ve güvercinler burayı bir kuş cennetine dönüştürmüşlerdi. Çeşitli bitkilerin bahar dalları tomurcuk veriyor, çiçek açıyordu. Islak yapraklara konan kelebekler ve böcekler görülecek kadar güzeldi.
Karabataklar toplu halde gölün sularına dalıp çıkıyorlardı.
Yolcularını alan gölün gezi teknesi durgun sularda ilerlerken gün son saatlerini yaşıyordu. Karşı sahillerde gölün su motorları ve kayıkları rengarenkti.
Mogan’da yapılan gezinti her nedense İzmir’deki Konak-Karşıyaka, İstanbul’daki Karaköy-Kadıköy, Van’daki Van-Tatvan vapurlarını hatırlattı.
Parktaki banklardan birine oturdum. Oradaki çayevine bir bahar yorgunluğu kahvesi söyledim.
Tam o sırada karşımdaki köyün üzerinde güneş batıyordu ve gölü gizemli bir şekilde örtüyordu. Aynı anda da gökyüzünde ortaya çıkan ay ve birkaç yıldızın solgun ışıkları gölün durgun sularına düşüyordu.
Yağmurun ıslattığı ağaçların yapraklarından süzülen damlacıklar parkta gezinti yapan gençlerin yüzlerine ve saçlarına karışıyordu.
Kahvemi bitirdiğimde üniversiteli bir kız masama yanaştı. ”Şiir sever misiniz?” diye sordu. Şiir kitaplarından birini uzattı.” Şiiri kim sevmez?”
Ben kitaptaki şiirleri incelerken bahçedeki masalarda oturan insanların, hiç konuşmadan, biraz mutlu, biraz hüzünlü gözlerle, az ötede göle uzanan harikulade gecenin karanlıklarına girip başka diyarlardaymışçasına derin düşünceler içinde olduklarını farkettim.
Hayatın hiç göze çarpmayan ya da görünmeyen küçük gerçekleri, küçük renkleri, küçük hayalleri, küçük fikirleri ve çeşitli kareler içine sıkışmış öylece duran küçük öyküleri vardır.
Böyle bir bahar gününde, böyle bir gecede, böyle bir yağmurda, böyle yapayalnız ve uzakta bir göl kenarında bir insan bu hayata dair kimbilir neler düşünür? Bunu hiç kimse bilemez.
Bilinen şu ki; zaman denilen bu gizemli ırmak durmak bilmiyordu ve günlerden bir gün daha sessizce geçip gidiyordu.