Turkish Poetry and Literature |
|
|
|
Türk Şiirinin En Güzel örnekleri- Best of the Turkish poetry-
|
1. |
14 Sep 2010 Tue 08:07 pm |
Ben Sana Mecburum
Ben sana mecburum bilemezsin You can’t know how much I need you Adını mıh gibi aklımda tutuyorum I keep your name like a nail in my mind Büyüdükçe büyüyor gözlerin Your eyes keep growing larger Ben sana mecburum bilemezsin You can’t know how much I need you İçimi seninle ısıtıyorum I feel warm inside with (thoughts of) you
Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor, The trees are getting ready for Autumn Bu şehir o eski İstanbul mudur? Is this city old Istanbul? Karanlıkta bulutlar parçalanıyor In the dark the clouds break up Sokak lambaları birden yanıyor The street shines from the lights Kaldırımlarda yağmur kokusu The smell of rain is on the sidewalks Ben sana mecburum sen yoksun I need you; you aren’t here
Sevmek, kimi zaman rezilce korkudur To love is sometimes a disgraceful fear İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur People suddenly get tired at dusk Tutsak ustura ağzında yaşamaktan If we hold a razor blade from living Kimi zaman ellerini kırar tutkusu Sometimes passion destroys others Birkaç hayat çıkarır yaşamasından Some lives are taken out in a lifetime Hangi kapıyı çalsa kimi zaman Whichever door it knocks on sometimes Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu Behind the mean howling of loneliness
Fatih´te yoksul bir gramafon çalıyor In Fatih a desolate gramaphone plays Eski zamanlardan bir Cuma çalıyor From a long time ago a call to prayer plays Durup köşe başında deliksiz dinlesem if I listen continuously and stop at every corner Sana kullanılmamış bir gök getirsem If I bring you an unused sky Haftalar ellerimde ufalanıyor The weeks crumble in my hands Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem What will I do, what will I hold on to, where will I go? Ben sana mecburum sen yoksun I need you; you aren´t here
Belki Haziranda mavi benekli çocuksun Maybe in June you are the blue speckled child Ah seni bilmiyor, kimseler bilmiyor Oh no one knows you, no one knows Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden A cargo ship leaks from your desolate eyes Belki Yeşilköy´de uçağa biniyorsun Maybe you are riding a plane to Yesilkoy Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor You get soaked and have goose bumps Belki körsün kırılmışsın telâş içindesin Maybe you are blind, broken, agitated Kötü rüzgâr saçlarını götürüyor A bad wind blows your hair Ne vakit bir yaşamak düşünsem Whenever I think of living Bu kurtlar sofrasında belki zor At the table of this dog-eat-dog world, maybe it´s hard Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden It’s free from defects, but contaminated by our hands
Ne vakit bir yaşamak düşünsem Whenever I think of living Sus deyip adınla başlıyorum I begin with your name and saying "quiet" İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin Your secret seas stir in me Hayır başka türlü olmayacak No, it can´t be any other way Ben sana mecburum bilemezsin... You can´t know how much I need you...
Atilla İlhan (1925-2005)
Thanks my friend Nur for the translation.
|
|
2. |
14 Sep 2010 Tue 08:25 pm |
HASRETINDEN PRANGALAR ESKITTIM
Seni, anlatabilmek seni.
Iyi cocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.
Ard arda kac zemheri,
Kurt uyur, kus uyur, zindan uyurdu.
Disarda gurul gurul akan bir dunya...
Bir ben uyumadim,
Kac leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saclarina kan gulleri takayim,
Bir o yana
Bir bu yana...
Seni bagirabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yildiza,
Bir kibrit copune varana,
Okyanusun en issiz dalgasina
Dusmus bir kibrit copune.
Yitirmis tilsimini ilk sevmelerin,
Yitirmis opucukleri,
Payi yok, apansiz inen aksamlardan,
Bir kadeh, bir cigara, dalip gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yoklugun, Cehennemin obur adidir
Usuyorum, kapama gozlerini...
Seni, anlatabilmek seni
Ahmed ARIF
I have worn out fetters through my longing for you
Being able to tell you,
To good guys and heroes.
Being able to tell you,
To the disgraceful, rude
Filthy lie.
How many ice cold winters have passed?
The wolves sleep, the birds sleep, the dungeons sleep.
Outside life keeps going on, roaring…
Only I don’t sleep,
Damn, how many springtimes,
I have worn out fetters through my longing for you,
Let me put bloodroses in your hairs,
Once on this side,
Then on that side…
Being able to scream you out,
Into bottomless pits,
To a falling star,
To somebody that reaches a matchstick
A matchstick that is fallen
On the most barren wave of an ocean.
To him who has lost the passion of first loves,
Who has lost the kisses,
Who shows no interest in the sudden dusk
Who dreams away over a cigarette and a drink
Being able to tell you, to him…
Your absence is another word for hell
I’m cold, don’t close your eyes…
Ahmed Arif
Edited (9/14/2010) by Arafta
|
|
3. |
23 Sep 2010 Thu 02:02 pm |
FOOTSTEPS
Always these footsteps, always these footsteps Have been wandering around since the sunset, These sounds are touching my most painful place They hurt inside deeply like an old abscess.
Hep bu Ayak sesleri, hep bu ayak sesleri, Dolaşıyor dışarda, Gün batışından beri. Bu sesler dokunuyor en ağrıyan yerime, Bir eski çıban gibi işliyor içerime.
O! The one approaching me like dark news, Then going away from me like a bliss Sounds, footsteps, the ceaseless cracklings! Seem to discourage the coming good news.
Ey şimdi kara haber gibi bana yaklaşan, Sonra saadet olup yanımdan uzaklaşan Sesler, ayak sesleri, kesilmez çıtırdılar! Bana gelen müjdeyi galiba caydırdılar.
Those seperated from their mates take such a step, Those who go after a coffin walk in such ways My lonely nights are inundated with this hoarse voice Now my beating heart is also a footstep.
Böyle adım atarlar, ayrılanlar eşinden, Böyle yürür, gidenler, bir tabutun peşinden. Kimsesiz gecelerim, bu kesik sesle doldu, Artık, atan kalbim de bir ayak sesi oldu.
One day, when my head fell to my dead chest I would feel as if my bosom friend left me As I hear the sounds going away step by step I will slowly sink into that everlasting sleep.
Bir Gün, söük göğsüme düştüğü vakit başım, Benden ayrılıyormuş gibi bir can yoldaşım, Gittikçe uzaklaşan bu sesi duya duya, Yavaşça dalacağım, o kalkılmaz uykuya
|
|
4. |
23 Sep 2010 Thu 06:57 pm |
Who is the author?
|
|
5. |
23 Sep 2010 Thu 07:12 pm |
Ben Sana Mecburum
...
Atilla İlhan (1925-2005)
Thanks my friend Nur for the translation.
Attila İlhan
|
|
6. |
23 Sep 2010 Thu 09:44 pm |
I don´t think we can call them best. It is best according to your taste, not mine...
|
|
7. |
24 Sep 2010 Fri 04:21 pm |
Necip Fazıl Kısakürek
|
|
9. |
04 Apr 2011 Mon 11:45 am |
BEN SENDEN ÖNCE ÖLMEK İSTERİM
Ben senden önce ölmek isterim. Gidenin arkasından gelen gideni bulacak mı zannediyorsun? Ben zannetmiyorum bunu. İyisi mi, beni yaktırırsın, odanda ocağın üstüne korsun içinde bir kavanozun. Kavanoz camdan olsun, şeffaf, beyaz camdan olsun ki içinde beni görebilesin Fedakarlığımı anlıyorsun: vazgeçtim toprak olmaktan, vazgeçtim çiçek olmaktan senin yanında kalabilmek için. Ve toz oluyorum yaşıyorum yanında senin. Sonra, sende ölünce kavanozuma gelirsin. Ve orada beraber yaşarız külümün içinde külün ta ki bir savruk gelin yahut vefasız bir torun bizi oradan atana kadar… Ama biz o zamana kadar o kadar karışacağız ki birbirimize, atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz yan yana düşecek. Toprağa beraber dalacağız. Ve bir gün yabani bir çiçek bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse sapında muhakkak iki çiçek açacak: biri sen biri de ben. Ben daha ölümü düşünmüyorum. Ben daha bir çocuk doğuracağım Hayat taşıyor içimden. Kaynıyor kanım. Yaşayacağım, ama çok, pek çok, ama sen de beraber. Ama ölüm de korkutmuyor beni. Yalnız pek sevimsiz buluyorum bizim cenaze şeklini. Ben ölünceye kadar da Bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bugünlerde ? İçimden bir şey: belki diyor.
Bu şiir, 18 Şubat 1945 yılında Nazım Hikmet hapisteyken, eşi Piraye’nin kendisi için yazdığı bir şiirdir. This is the poem by Nazım Hikmet, He has written this poem for his wife "Piraye",while he was in prison 18´th January in 1945I Want To Die Before You I want to die before you. Do you think that who passes later will find who´s gone before? I don´t think so. You´d better have me burned, and put me on the stove in your room in a jar. The jar shall be made of glass, transparent, white glass so that you can see me inside... You see my sacrifice: I renounced from being part of the earth, I renounced from being a flower to be able to stay with you. And I am becoming dust, to live with you. Later, when you also die, you´ll come to my jar. And we´ll live there together your ash in my ash, until a careless bride or an unfaithful grandson throws us out of there... But we until that time will mix with each other so much that even in the garbage we are thrown into our grains will fall side by side. We will dive into the soil together. And one day, if a wild flower feeds from this piece of soil and blossoms above its body, definitely there will be two flowers: one is you one is me. I don´t think of death yet. I will give birth to a child. Life is flooding from me. My blood is boiling. I will live, but long, very long, but with you. Death doesn´t scare me either. But I find our way of funeral rather unlikable. Until I die, I think this will get better. Is there a hope you´ll get out of prison these days? A voice in me says: maybe.
Nazim Hikmet
|
|
|